17 Ocak 2013 Perşembe

Sanatta Devrim : Osman Hamdi Bey



Ressam, Arkeolog, Müzeci ve Kadıköy'ün ilk belediye başkanı
Osman Hamdi Bey

30 Aralık 1982-24 Şubat 1910
İstanbul

Babası İbrahim Ethem Bey, ülkenin ilk maden mühendislerinden. Ayrıca 1877 yılında sadrazamlığa kadar yükselen bir devlet adamıydı.
Osman Hamdi Bey, Hukuk eğitimi almak için gittiği Paris'te tahsilini yarıda bırakmış ve tutkunu olduğu resim sanatı alanında ders almaya başlamış.
Paris'te tanıştığı Marie ile 10 yıl evli kalmış ve bu evlilikten adları Fatma ve Hayriye olan iki kızı olmuş.

İstanbul'a döndüğü 1869 yılında, kültürel birikimi ve yabancı dil bilgisi nedeniyle Bağdat Yabancı İşler Müdürlüğü'ne getirilmiştir.
1871 yılında tekrar İstanbul'a dönen Osman Hamdi Bey, sarayda yabancı elçilerin protokol işleriyle göevlendirilmiş ve bu görevde gösterdiği başarılardan dolayı Abdülaziz tarafından, Viyana'da açılan  uluslararası sergiye komiser olarak atanmıştır.
Osman Hamdi Bey, daha birçok devlet işlerinde görev aldıysa da  bir yandan da arkeoloji ve müzecilikle de ilgilenmeyi ihmal etmemiş, resim sanatı, arkeoloji ve müzeciliğin gelişmesi için  öncü olmuştur.
Türkiye'de müzeciliğin tohumları ilk olarak Topkapı Sarayı'nda çeşitli hediyelik eşyalar,ganimetler ve silahların toplanmasıyla atılmıştır.
1881 yılında Müze-i Hümayun müdürü olarak atamasıyla birlikte ilk olarak, yabancıların ülkemizde yaptıkları kazılardan çıkan, eserlerimizin yurt dışına götürülmesini yasaklayan tüzüğe, nihayet 1884'te bu maddeyi ekleyerek,yürürlüğe girmesini sağlamış ve bu yağmaya bir son vermiştir.

Osman Hamdi Bey, ülkemizde ilk Türk bilimsel  kazılarını başlatmıştır.1883 yılında yaptığı Nemrut Dağı kazısında, Kommagene Krallığına ait olduğu belirlenen, Tanrı tahtları, kabartmalı steller ve çeşitli yazıtlar bulmuştur.Bu eserlerden taşınabilir olanlarını yanında getirerek vakit kaybetmeden o yıl yaptığı çalışmalarını kitap haline getirmiştir. Le Tumulus de Nemroud Dagh Türkiye akeolojisinin ve İstanbul Arkeoloji Müzelerinin ilk önemli yayınlarından birisidir.
1887 yılında Sayda (Sidon) 'da kendi arazisini taş ocağı olarak işletmek isteyen vatandaşın bir süre sonra mezar olması muhtemel bir kuyu bulduğunu yetkililere bildirir.Bunun üzerine Sultan II.Abdülhamit,Osman Hamdi Bey'i bu eserleri İstanbul'a getirmesi için görevlendirir.İstanbul'a getirilen lahitlerin sergilenmesi için bugünkü İstanbul arkeoloji müzesinin çekirdek binasının yapımı Mimar Vallaury'nin  hazırladığı plana uygun olarak başlatılır.
Tabnit Lahdi - M.Ö 6.yy
Likya Lahdi - M.Ö 5.yy
Satrap Lahdi - M.Ö 5.yy
Ağlayan Kadınlar Lahdi - M.Ö 4.yy
İstanbul Arkeoloji Müzelerinin çekirdek binası Ağlayan Kadınlar Lahdi'nin cephesi örnek alınarak yapılmıştır.

İskender Lahdi - M.Ö 4.yy

Raviyanı ahbar ve nakilanı asar şöyle rivayet eder ki, Lübnan’ın Sidon kentinde bir köylünün tarlasında “nekrapol” bulunur. Arkeolog, ressam, ülkemizin ilk müze kurucusu Osman Hamdi Bey'in  tek düşüncesi vardır, bu paha biçilmez hazineyi bir an önce gemiye yükleyerek İstanbul’a götürebilmek… Fakat tayfalar gemi, bu kadar ağır yükü kaldıramaz, batar diye yükleme işine yanaşmazlar.
Osman Hamdi Bey, bu kez kendisini “İskender” lahdine zincirleyerek tayfaları ikna edecek ve lahitler İstanbul’a getirilecektir.

1891-1892 Lagina Hekate Kutsal Alanı kazısındaki, önemli buluntular İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde sergilenen Haketa Tapınağı friz kabartmalarıdır.


1891 yılında açılan müze, açılışından kısa bir süre sonra kitaplık, fotoğraf laboratuarı ve model atölyesi de açılmıştır.Arkeoloji kazılarının bizzat Türkler taraffın yapılması, müzecilikle ilgili bilimsel adımların atılması, İstanbul'un dışında Konya ve Bursa'da da müzeler kurulması Osmanlı döneminin cesur aydınlarında Osman Hamdi Bey'in uğraşları sonucunda olmuştur.
Bütün bu uğraşlarının yanında resim yapmayı hiç bırakmamış, birçok resmini Gebze Eskihisar'daki evinin yanına yaptırdığı stüdyosunda yapmıştır.
Osman Hamdi Bey, Batı'nın sanattaki gelişimine, sanat alanındaki özgürlüklerine hayranlık duymuş.''Neden bizim ülkemizde de olmasın'' diyerek, o zorlu Osmanlı İmparatorluğu döneminde elini taşın altına koymuştur.Onun Batı'yı örnek alışı, model olarak benimsemesinden öteye gitmemiş, eserlerinde Türklere has unsurları kullanmıştır.O dönemde yurtdışında da ses getirmesinin nedeni resimlerindeki bu unsurlardı.

Resimlerinde Türk insanına has motiflere; camiler, türbeler, çeşmeler, çini işlemelerine yer vermiştir
.Osman Hamdi Bey, sanatın her alanında sözde put yaratmanın günah ve yasak olduğu, hele ki  kadına göz ucuyla bile bakmanın mümkün olmadığı bir dönemde resimlerinde kadını, model olarak kullanabilme cesaretini göstermiştir.Gelecek neslin yolunu aydınlatmak için mücadele içine girmiş, eserlerimizi koruma altına altına alan ve  yabancılar tarafından götürülmesini engelleyen yasal düzenlemeleri yürürlüğe koymuş,sergilenmesi için müzenin açılışına öncülük etmiş ve eski eser çalışmalarında,birçok kazıyı gerçekleştirmiştir.
Osman Hamdi Bey, Türk sanatında kadını ilk kez ele alan, eserleri yurtdışında kabul gören ve sergilenen, Batı resminin ülkemizdeki ilk temsilcisi sayılmaktadır.Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi onun tarafından kurulmuş, bugünkü Arkeoloji Müzesi, onun sayesinde bugünkü durumuna gelmiştir.



GÖNLÜMDEKİ OSMAN HAMDİ BEY


Şehir tiyatrolarında sahnelenen Osman Hamdi Bey'in sanatı ve sanatçı kişiliğini, arkadaşlık ilişkilerini,hayatındaki aşklarını ve aile yaşantısını konu alan oyun; Gönlümdeki Osman Hamdi Bey.

Oyunun yönetmeni, Engin Gürmen aynı zamanda Osman Hamdi Bey'in babası, İbrahim Ethem Bey'i canlandırıyor.Engin Gürmen birçok oyununu yönettiği, Gülsün Siren Kınal 'a Osman Hamdi Bey'i anlatan bir oyun yazmasını önermiş.Gürmen, bunun nedenini ise şöyle açıklıyor; ''Batılıların ressam ve heykeltraşlarının yaşam öykülerini sık sık tiyatro sahnesine ve beyazperdeye taşıdıklarını görmekteyiz.İlk akla gelenler Toulouse-Lautrec, Van Gogh, Picasso, Modigliani, Frida Kahlo...Hatırladığım kadarıyla bugüne kadar Selim İleri'nin 'Ölü Bir Kelebek - Ressam Mihri Müşfik adlı oyunu dışında hiçbir ressam ya da heykeltıraşımız her nedense tiyatro sahnesine taşınmadı.''
Yazar Gülsün Siren Kınal ise,Gönlümdeki Osman Hamdi Bey için; ''Neden Osman Hamdi Bey'i yazdın? diye soranlar çok oldu.Onlara kısaca, kendisine duyduğum hayranlık yüzünden  diye yanıt verdim.O tabuları yıkan, çok yönlü bir sanat ööncüsüydü.Ona olan hayranlığımın nedenlerini tiyatro seyircisiyle paylaşmak istiyordum.Nasıl başladığını, kişiliğini, düşlerini, başarılarını ölümünün yüzüncü yılında sahneye taşımaktı amacım.''
İlk olarak,2010 yılından sahnelenen oyun iki yönden önem arz ediyordu;çünkü 2010 yılı Osman Hamdi Bey'in ölümünün yüzüncü yılıydı hem de ''UNESCO Osman Hamdi'' yılıydı
.
Osman Hamdi Bey'i ise, Tolga Yeter oynuyor.İlk başta, oyunun, daha çok Osman Hamdi Bey'in kişisel yaşamıyla ilgili olacağını düşündüm.Ancak oyun başladıktan bir süre sonra oyuncuyu bir oyuncu olarak görmüyorsunuz.Tamamıyla karşınızdaki Osman Hamdi Bey.Hırslarını, tutkusunu, resimden,sanattan bahsederken mutluluğunu,ülkesi için birşeyler yapabilme arzusunu onunla birlikte yaşıyorsunuz.

'' İskender Lahdi bizim topraklarımızın malıdır.Bizim topraklarımızda kalacaktır.Aksi halde lahdin içine girer, intihar ederim.Lahdi alan cesedimi de birlikte alır.''

O'nun resme,arkeolojiye olan tutkusu,ülkesinin de sanat alanında gelişmesi için çabalayan Osmanlı aydını olduğunu ve bu konuda Batı'yı model alıp, fakat hiçbir zaman esareti altına girmeyen ülkesinin değerlerini koruyan; hem yaptığı resimlerden hem de yaptığı arkeoloji çalışmalarından, ne kadar özel bir insan olduğunu hissediyorsunuz, yeniden keşfediyorsunuz. 






15 Ocak 2013 Salı

Yusuf Atılgan - Anayurt Oteli

Yusuf Atılgan

1921 yılında Manisa'da dünyaya gelmiştir.İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun olmuştur.Bitirme tezinin konusu, Tokatlı Kani: Sanat, Şahsiyet ve Psikoloji'ydi. Daha sonradan yazacağı iki önemli romanında; Aylak Adam ve Anayurt Oteli'nde bunun etkilerini açıkça görebiliriz.
Bunun dışında, kendi yaşadığı hayatın, dönem dönem düştüğü boşlukların, sorgulamaların ve arayışın içinde olup, bunu yarattığı kahramanlarına da yansıttığı kanısındayım.Şöyle ki, üniversite öğrenciliği sırasında Türkiye Kominist Partisi'ne katılarak faaliyette bulunduğu iddiasıyla  10 ay hapis yatmıştır.1946 yılında serbest kalmış ve öğretmenliği elinden alınmıştır.Aynı yıl Manisa'nın Hacırahmanlı Köyü'ne yerleşerek çiftçilik yapmıştır.(ki bu köy, Anayurt Otelin'de beklediği kadının gideceğini söylediği köydür.).1976'da İstanbul'a tekrar dönerek çevirmenlik,danışmanlık ve redaktörlük yapmıştır.1989 yılında da Kadıköy Moda'daki evinde geçirdiği kalp krizi sebebiyle vefat etmiştir.
Manisa'da geçirdiği 30 yılın etkilerinin, kitaplarında izlerini taşıdığını düşünüyorum.Tıpkı her iki kitabında karakterlerin bir kaçış, kurtuluş esnasında soluğu sinemada almaları gibi...Yusuf Atılgan'ın yakın çevresi, O'nun sinemaya nasıl tutkun olduğundan bahsederler.

Mürşit Balabanlılar, “Hapis, İntihar ve
İşkence” adlı yazısında bunu şöyle belirtir:

(Yusuf Atılgan) edebiyat fakültesindeki derslerin bir ikisine şöyle bir
uğrar, sonra ver elini Beyoğlu... Bir sinemadan çıkar diğerine girer,
hatta kaçırdığı film varsa Karagümrük’e, Çarşıkapı’ya kadar uzanır.
Müthiş bir sinema tutkunudur.

Turan Yüksel ise, “Yusuf Atılgan’ın Özgeçmiş Belgeseli” adlı yazısında Atılgan’ın
sinema tutkusuyla ilgili olarak Zeki Sözer’in şu sözlerine yer verir:

Yusuf ağabey sinemayı çok iyi izlerdi. Sinema üzerine kitaplar hatta
İtalya’dan gelen dergiler okurdu. Bize sinemayı o sevdirdi.
Manisa’da oynayan iyi filmleri hiç kaçırmazdık. Manisa’ya gelmeyip
yalnız İzmir’de oynayan olursa İzmir’e giderdik. 

Yusuf Atılgan, özellikle Anayurt Oteli'ni yazarken kullanmış olduğu teknik ve görsele dayalı verdiği ayrıntılı bilgilerde açıkça sinema tutkusunun izlerini görebiliyoruz.
Anayurt Oteli, otel katibi Zebercet'in gecikmeli Ankara treniyle gelen kadını üç günden beri, beklemesiyle başlar.Okumaya devam ettikçe,Zebercet'in geriye dönüşlerle geçmişini anlatmasının yanında, zaman zaman dışardan bir anlatıcının da katılımına şahit oluyoruz.
Zebercet'in sade ve tekdüze hayatı bu kimliği belirsiz kadının gelişiyle alt üst olur.Otelde kalanlar arasında toplum tarafından hoş karşılanmayacak kişiliklere de çok cesurca yer verilmiştir.Ticaret için gelenler,tiyatrocular, evli iki öğretmenin yanı sıra eşcinsellerin, tek gecelik ilişki için gelenlerin,hayat kadınlarının varlığını da görüyoruz.
Zebercet, asosyal ve yalnız bir kişilktir.Takıntılı, hastalıklı kişiliğinin yanında düzenli yaşantısı vardır.Otelden pek fazla çıkmaz; saç tıraşı ,hamam, postane gibi işlerin hepsini bir halleder.Cinsel ihtiyacını ise,10 yıldır yanında çalışan ortalıkçı kadın uyurken giderir.Yusuf Atılgan özellikle bu bölümde diyeceğini sakınmadan,neyse onu yazmıştır.Öyle ki karakterin, horoz dövüşünde tanıştığı genç çocuğa, duyduğu cinsel istek, bu zamanda bile kolay kaldırılabilecek bir durum değilken;O bunu yazabilmiştir. Ancak Anayurt Oteli, 1970 sonrası Türkiyesi'nde yaşanan toplumsal olaylara sırtını dönmüş bir roman olarak,Yusuf Atılgan'ı ihanetle suçlayan eleştiriler dahi olmuştur.

Ne olursa olsun, kişinin yalnızlığı, psikolojik yabancılaşma temalarını işleyen Yusuf atılgan'ın eserleri olmadan eksik olurduk gibime geliyor.Hele ki toplumsallaşmayla bireye verilen önemin giderek azalması, gelişen teknolojiyle değersizleşen bireyin kendini ararken çektiği sıkıntılar ve yaşadığı bunalımlara,romanlarında  yer vermesi oldukça anlamlı.
Atılgan’ın romanında otelin her bir odasının geçmişi, buna bağlı olarak da psikodinamik boyutu vurgulanıyor.Bir numara,doğduğu aynı zamanda kendini astığı ve beklediği kadının kaldığı oda.Emekli albayın kaldığı 6 numaralı oda, temizlikçinin odası...

Yazarın benimsediği çağdaş yazım tarzının yanında, okuyan üzerinde bırakmak istediği etkiyi de başarılı bir şekilde başardığını düşünüyorum.Zebercet'in psikolojik durumu; kadını saplantılı bir şekilde beklemesi, ortalıkçı kadın yine uyurken ilişkiye girmesi ve onu boğması, ardından otelin kedisini tavayla öldürmesi...Bütün bunlar kahramanın, ruh halinin ne kadar bozuk, kötü tarafının iyi yanını bastırdığını ve sonunda da insani yanını kaybetmesiyle yazarın bize hissettirmek istediği rahatsızlığı fazlasıyla duyumsuyoruz.
Zebercet yalnızlığı, iletişimsizliği, kendi psikolojik nedenlerinden
ötürü daha uç noktalarda yaşar, ama sorunu genel insanlık sorunudur.
Ayrıca romanın topluma dönük bir yanı olduğunu unutmamalıyız.
Atılgan haksız düzenden, sömürüden, ezilenlerden söz etmese de
Anayurt Oteli bir tür başkaldırı romanıdır, çünkü dolaylı bir biçimde
sergilediği toplum, anlayışsızlığın, acımasızlığın, şiddetin ve
ahlâksızlığın yaygın olduğu yozlaşmış bir toplumdur.İşte bütün bunlardan dolayı Yusuf Atılgan, rahatsızlık duymamızı istemiştir.Mesajını bu şekilde veren yazara,yönetmene,senariste bayılıyorum.Ben diyeceğimi dedim   gerisi size kalmış diyerek bizi piç gibi ortada bırakırlar.


1986 yılında roman, Ömer Kavur tarafından beyaz perdeye uyarlanmıştır.Baş rollerinde Macit Koper,Şahika Tekand, Serra Yılmaz ve Orhan Çağman yer alır.

1980 Askeri darbesinin Türk sinemasında yaptığı büyük değişikle siyasal toplumcu sinema ortadan kalkmış, yerini bireyi anlatan edebiyat uyarlamaları almıştı. Anayurt Oteli bu öncü ''karakter çalışması" filmlerinin ilki ve en önemlisidir. Filmde Macit Koper'in oynadığı Zebercet de bu karakterlerden en derin biçimde işlenmiş olanıdır.
Macit Koper(filmden bir sahne)

Film, romana sadık kalarak çekilmiştir.Ancak çoğu sahneleri özellikle müstehcen kısımlarına yer verilmemiştir.Romanın,Psikolojik bir ağırlığı olduğu için karakterin yaşadığı öenmli olaylar ;cinsel haz anı, boşalması, ortalıkçı kadınla sevişmesi ve genç çocukla sinemada yaşadığı tensel iletişim...Bunlar da verilebilseydi eğer, dünya çapında kült bir film olurdu heralde...

Anayurt Oteli, en iyi 10 Türk filmi arasında yer alır.


12 Ocak 2013 Cumartesi

Vizesiz Seyahat Rehberi Balkan Ülkeleri / Hırvatistan - Zagreb



ZAGREB

Dört mevsimin yaşandığı Zagreb,iki bölümden oluşuyor: Gornji grad ve Donji grad. 
Kent, karşı karşıya iki tepe üzerinde yer alan Kaptol ve Gradec kasabalarının birleşmesi ile oluşmuş ve bu ikisi, ''yukarı şehir'' anlamına gelen Gorjni Grad adıyla anılıyor. Bu tepelerin eteklerinde ise “aşağı şehir” var, yani Donji Grad.

Tarihi mimarinin korunduğu,geçmişin izlerini taşıyan ;caddeler, sokaklar, meydanları ve yapılarıyla sizi adeta büyüleyebilcek bir şehir.

TRG BANA JELACİCA

Kentin merkezi, adını Hırvatistan haklarının savunucusu  Ban Josip Jelacic'den alır ve anısına meydanda, at üstünde bir heykeli bulunur.


Ban Josip Jelacic anıtı

MANDUSEVAC FOUNTAİN

Heykelin sol taraında ise, havuza akan çeşme vardır. Mandusevac Fountain. 

Kasaba yetkilileri ticaret ve üretimi teşvik etmek için duvarları ve surları terk etmenin gerekli olduğunu düşünürler ve aşağıdaki ovaları kamulaştırmaya karar verirler.Böylece 1641 yılı Zagrep için dönüm noktası olmuştur. Gradec ve Kaptol'ün, geleceğin  ticaret merkezi olmasının temeli Ban Jelacic Meydanı ile sağlanmış oldu.Alan iki nedenden dolayı seçildi; öncelikle hem Eski Şehir'e yakındı hem de dönemin içme suyunu karşılayan çeşmeye,yani Mandusevac Fountain'e yakındı.



ST.STEPHEN KATEDRALİ
Şehrin en önemli sembollerinden olan St.Stephen Katedrali'nin yapımı 1093 yılına dayanırsa da savaş tehditleri nedeniyle 15.yy'ın sonunda güney tarafına gözetleme kulesi dikildi.Bu kule Osmanlı tehdidine karşı bir gözlem noktası olarak kullanıldı.
1880 Zagreb depremiyle Katedral ciddi hasar gördü.Hermann Bolle önderliğinde bugünkü Neo-gotik tarzı formuna kavuşturulmuştur.

St. Stephen Katedrali

Süslü ana giriş
Doğu görünümü
Alojzije Stepinac'ı Lahiti

ST.MARK KİLİSESİ




Güney Girişi

13.yy'da inşa edilen kilisenin,Güney girişinde orjinal gotik heykeller kullanılmıştır.Dolayısıyla bölgedeki en özgün yapılardan biridir.Seramiklerle kaplı kilisenin çatısında iki arma yer alıyor.


Bunlardan sağdaki Zagreb şehrini; diğeri ise Hırvatistan,Slovenya ve Dalmaçya üçlü krallığını temsil eden  iki 
sembol.Renkli,ilgi çekici ve çok güzel gerçekten.

LOTRSCAK KULA


Tarihi Şehre yükseklerden bakmak istersek eğer, Lotrscak Kulesi 'ne çıkmamız gerekecek.Buraya finüküler yada yürüyerek de çıkabilirmişiz.Hırsızların gözlenmesi için yapılan kulenin içinde sanat galerisi ve hediyelik eşya dükkanı da bulunuyormuş.Gittiğimizde, yanımıza bir hatıra almadan da dönmek olmaz!


Lotrscak Kula

MAKSİMİR PARKI
Yorulursak eğer, Maksimir Parkında dinlenelim... 
 Parkta,Anton Dominik Fernkorn’un;ejderha öldürme sahnesini betimleyen,1853 yılında yapılan temsili bir heykel de var.Ayrıca Avrupa'nın,en büyük doğal parklardan biri olan Maksimir Parkı'nda 85 yıllık bir de hayvanat bahçesi bulunuyor.Bu bilgilerin dışında Maksimir Parkı, o kadar büyüleyici ki dinlenmenin dışında sizi huzura kavuşturacak,büyüleyici bir güzelliği var.





Şehirden uzakta,kafa dinlemek için ,biraz sakinleşebilmek ve enerji toplayıp yola devam etmek için bir günümü bu parka ayırabilirim.
Gözlerimi büyüleyen renkler, yaprakların taze kokusu, ruhuma bahşettiği huzur...


Tarihi şehirde müzeleri,galerileri,tiyatrosu;caddeleri ve sokaklarıyla gezilecek daha birçok yeri var.Tur şirketleriyle anlaşmalı gidiyorsak gerekli bilgileri mutlaka gitmeden önce edinerek ya da  bağımsız gidiyorsak şehrin tarihi hakkında mutlaka bi yazılı rehberin,gezi boyunca bize çok yardımı dokunur.Bilmeden gezmek çok yavan olur,zevk vermez.Şehrin tarihini neler geçirdiğini bilirsek gezimiz daha büyüleyici ve anlamlı olur.Salt gezmenin insana çok fazla bir şey katacağını düşünmüyorum.
Dünya kocaman ve sadece küçük bölgeyi zapt edip,orada sıkışıp kalmak zaman zaman çoğu insanı sıkar ve gitmek ister.Ancak bu yolculuk dediğim gibi salt bir gezi olmamalı insanı ufkunu genişletmeli. Her şey için.İnsanları anlamak,farklı insanları kültürleri tanımak...Birçok şeye dayandırılabilir.
Çok şey var...
Ama
Beyhude gezmek olamamalı
amaç.

Öyle işte...





8 Ocak 2013 Salı

Vizesiz Seyahat Rehberi / Balkan ükleleri - Hırvatistan/Dubrovnik


  HIRVATİSTAN

Avrupada,Orta  Avrupa,Balkanlar ve Akdeniz'in kesişme noktasında bulunan  Hırvatistan, tarih boyunca Doğu-Batı arasında daha sonra da Ortodoks ile Katolik Kilisesi arasında kalmış.Birçok kültürün  izlerini taşıyan Hırvatistan da Venedik mimarisi oldukça dikkat çekicidir.
Son olarak 1991-1995 yılları arasında geçen iç savaş döneminden sonra Hırvatistan bağımsızlığını ilan eder.Hırvat kaynaklarında Domovinski rat (Anavatan Savaşı) olarak adlandırılan bu savaş Sırp kaynaklarında genellikle Rat u Hrvatskoj (Hırvatistan Savaşı) olarak geçer.
Ülkede 1185 tane ada mevcut ve bunların 60'tan fazlasında insanlar ikamet ediyor.


DUBROVNİK

Dubrovnik dünyanın en iyi 10 ortaçağ duvarlı şehirleri arasındadır. 

Surlarla çevrili şehir ,tarihi eserler çok iyi muhafaza edilmiş, özellikle Hırvatistan'ın bağımsızlık savaşında Sırplarla yapılan iç savaşta oldukça hasar gören şehir,UNESCO'nun da yardımları ile 2005 yılında büyük ölçüde onarıldı.

Hırvatistan'ın Adriyatik Denizi sahilinde bulunan, Orta Çağdan kalma tarihi eserleri ile ünlü şehri.


Stradun Caddesi
Bu cadde denize kadar uzanıyor ve sonunda da eski liman var. 

Pile Kapısı hakkında kısaca:Eski şehrin ana giriş kapısı. Her türlü şehir gezisi için hareket noktası burası. Kapı üzerinde Efsaneye göre Dubrovniklileri, bir papazın rüyasına girip, Venedik istilası konusunda uyararak kurtaran ve bunun sonucunda şehrin koruyucu azizi ilan edilen Aziz Blaise’nin heykeli yer alıyor. Pile Kapısı Dubrovnik gezilecek yerler listesinin ilk sırasında bulunan Stradun Caddesi’ne açılıyor.

Pile Girişi

Cadde,Stari Gradi'ı(Eski Şehir)tam ikiye böler.Stari Grad'ın Pile girişinden girildiğinde,ilk göze çarpan İtalyan mimarisi ve temiz,geniş bir cadde olur.
Cadde boyunca karşılıklı , Gotik ve Barok tarzı, bir örnek yapılar mevcut.
Gündüzleri daha da kalabalıklaşan caddede, daha rahat gezebileceğiniz akşam ve sabah saatlerini tercih edebilirsiniz.
Pile kapısından girince hemen solda karşınıza Francıscan manastırı çıkıyor. 

Francıscan Manastırı

Francıscan Manastırı; Old Town'un en önemli yerlerinden biri.Pile girişinin hemen yakınında soldadır.Karşısında büyük ünlü Onofrio Çeşmesi vardır.Manastırın bu kadar önemli olmasının nedeni,içinde dünyanın 14. yy'dan kalma ilk eczanesi yer alıyor.Yapımına 1317 yılında başlanan manastırın inşası tam 100 yıl sürmüş.

Çan Kulesi 
Caddenin sonuna yürüyerek Loggia meydanına ulaşıyoruz. Meydanda öne çıkan yapılardan birisi saat kulesi . Kulenin hemen yanında bulunan 4 adet çan. Bu 4 çanın çalınması ile şehrin tehdit altında olduğu halka duyuruluyormuş.Meydanın tam ortasında ise 1418 yılında yapılan Orlanda sütünu mevcut. Şehrin özgürlüğüne kavuşmasında kahramanlıklar gösteren Orlanda için yapılmış.

Sponza Sarayı ise, Loggia meydanının kuzey kısmında, St Blaise’in karşısında.

Büyük Onofrio Çeşmesi

Loggia Meydanı, merkezinde Carolus Magnus’un yeğeni Roland’ın heykeli var (1417). Loggia, çok ilginç binalarla çevrili sevimli bir meydan ve hemen doğusunda saat kulesi  var. Onun yakınında da Onofrio çeşmesi. Pile Kapısı girişinde bulunan Büyük Onofrio Çeşmesi ve Ploce Kapı girişinde bulunan Küçük Onofrio Çeşmesi olmak üzere 2 adettir. Özellikle Büyük Onofrio Çeşmesi şehrin en önemli simgelerinden biridir. Çeşmeler ünlü İtalyan Mimar Onofrio de La Cava tarafından şehre temiz su getirmek amacı ile 1438 – 1444 yılları arasında yapılmıştır. Büyük olanın 16 bölmesi var. Her bölmede rölyefler mevcut. Veba salgını olduğu dönemlerde şehre girmek isteyen herkes bu çeşmelerde yıkanmak zorundaymış


Arkasında ise, meydana hakim yerde Muhafız Kulesi, güney kısmında ise göz kamaştırıcı Saint- Blaise kilisesi yer alıyor.

Saint Blaise Klisesi


Saint-Blaise Kilisesi(1715), Venedikli Marino Gropelli’nin eseri. İtalyan barok stilinde, kare biçiminde. Gösterişli bir oval kubbesi var. Süslemeleri bol; mermer, yaldızlar, heykeller ve alçak kabartmalar mimarisinin   güzelliğini gözler önüne seriyor.Kilisenin mücevheri, Saint-Blaise’in gümüşten bir heykeli. St.Blaise,Stradun'un sonunda Orlando sütununun hemen karşısında yer alır.     






Rector Sarayı

                       Rönesans döneminden bir başka yapı, Rector Sarayı eski tasarım dahil bir Gotik-Rönesans tarzında saray olarak kullanılmıştır. Saray bugün şehrin tarihini sergileyen, adeta bir vitrin gibi müze olarak kullanmaktadır.
Dubrovnik Katedrali Rector Sarayı’na hemen yakın bir bölümde yer alıyor.


Akdeniz mutfağına sahip olan Dubrovnik'te deniz ürünleri,pizza,spagetti ve risotto tarzı İtalyan yemekleri şehirdeki en ekonomik menüleri oluşturuyor.
Dubrovnik'te yapılan pizzalar da İtalyan usulü taş fırınında yapılıyor.

Vize Şartı aranmayan ülkelerden biri olan Hırvatistan'ın en güzel şehirlerinden biri olan Dubrovnik'e  direkt uçak seferi yok. Önce başkent Zagrep'e gitmeniz, ardından da aktarmalı uçakla Dubrovnik'e ulaşmanız 
gerekiyor. Dilerseniz karayoluyla da geçebilirsiniz.
 
Açık hava müzesi Dubrovnik,kiliseleri, katedralleri,müzeleri,sarayları,çeşmeleri,meydanları,dar sokakları ve muhteşem manzarasıyla adeta tarih kokan bu şehir,mutlaka gidilip görülmesi gereken yerler arasında.
Birçok tur şirketinin,farklı  havayollarıyla anlaşmalı ve paket halinde sunduğu(konaklama-yol vs.) Dubrovnik programları mevcut.
Yahut,yola kafanızın estiği gibi çıkıp,bütçenize daha uygun konaklama,yeme-içme yerleri keşfetmeniz de mümkün.Unutmayın!Vize sorunu yok ve Dubrovnik,görülmesi değer bir şehir.
En kısa zamanda gitmeyi umut ediyorum.Şehrin kokusunu içime çekip,tarihine dokunmak,orada olmak istiyorum.Bu araştırmayla şehir hakkında birçok şey öğrendim.Gidip gördüğüm de daha derin izlenimlerimi yazarım.
Umarım.

5 Ocak 2013 Cumartesi

Redd Felsefesi


Sloganımız:Hayat Kaçık Bir Uykudur

Son albümleri Hayat Kaçık Bir Uykudur'un ikinci video klibi dün yayınlandı.Softcore konseri öncesi verdikleri röportajda,kliplerle alakalı, sosyal medyada ya da resmi internet sitelerinde kısaca bütün video paylaşım kanalları üzerinden yayınlamaya daha sıcak baktıklarını söylemişlerdi.
İşte Redd dinleyenlerinin bekledikleri ikinci klip,öyle sanıyorum ki şu an için  sadece internette yayınlanıyor.


Beni Sevdi Benden Çok Sevdi


Redd'in yaptığı bizi,o derin uykumuzdan uyandırmak...

Dineleyenler,takip edenler bilirler,müzikal doygunluğun içinde barındırdıkları felsefeleriyle ciddi anlamda düşünce auramızı genişleten bir gruptur.Onları dinlerken ''doymak'' gibi bir kelime lügatınızdan silinebilir;çünkü  aynı şarkıyı her dinleyişinizde bile başka başka şeyler keşfedebilirsiniz.

Onların temaları salt aşk hikayeleri değil,toplumun gerçeklerini de kendilerine has uslüplarıyla anlatırlar bize.Çok da güzel yaparlar...Nasıl yapmasınlar ki ,nasıl yapmasınlar...

Sosyal medyada kurum yapıp,sözde sesini,müziklerini beğenmeyen insanlar var.İnsan biraz olsun utanır.Haklarında yorum yapmadan önce açın bakın bu insanlar neler yapmış,ne eğitimlerden geçmiş.Hayır,kendinizi rezil ediyorsunuz. Alışmışlar poşetli şarkılar dinlemeye fazla geliyor tabi...

Hayatımı gözden geçirdiğimde,baktım.Düşünce olarak ne kadar kendimi eğitebildiğimi,kendi düşüncelerimin oturmaya başlamasını ve nasıl olduğunu...İlk başta, ''müzik'' kapı açtı.Çoğu insanda da böyle olmuştur.Bu yüzden dinlediğiniz kişiler çok çok önemli,çünkü hayatınızın geri kalanında yolunuzu çizerken hayatınızı etkileyen etkenlerden biridir.Hoppa pop şarkılarından dinlediğim zamanlar olmuştu,olmadı değil. Zamanı mı gelmişti,hangi noktadaydım hatırlamıyorum ama, iyi ki değiştim.Bu süreç Şebnem Ferah'la başladı.Redd ve onlar gibi daha birçok kişi olmasa bu düzene nasıl katlanılabilirdi bilmiyorum.Çoğu zaman bazı şeylerin farkında olabilmek yoruyor insanı,ama kendi düşüncem yoksa,gereksiz şeylere fazla önem veriyorsam,hayatımı yeri geldiğinde sorgulamıyorsam ,toplumda beni ilgilendiren kararlara sesimi çıkaramıyorsam eğer, yaşayabilirmiydim?Yaşayan dünyada ölü bir ben...Ben insanım ve bütün bunları yapmaya ihtiyacım var,emme basma tulumba misali olamaya değil.

İşte tamda bu yüzden onları dinledim ve dinliyorum.Hangi şarkılarını söyleyeyim,yazayım bilemiyorum.O kadar çok var ki hepsi de özel.

Belki hiç dinlememiş kişiler vardır,bu yazı bir kapı olacaksa eğer,başlangıç için,

Tamam Böyle Kalsın:


 Masal:


Plastik Çiçekler ve Böcek:



Son albümde beni etkileyen,bağ kurduğum şarkım;Bir Yol Bulursun...

Bazı zamanlarda,öyle bir film izleriz ki oyuncuyla aramızda bir bağ oluşur,bir kitap okuruz oradaki karakterle,yazarla bağ kurarız ya da bir müzik dinleriz,şarkıyla ve şarkıyı söyleyenle aranda bir  iletişim olur.Bunun için konuşmaya,görüşmeye gerek yoktur.Ve işte böyle zamanlarda hayatın o mücizesini yakalayabilirsin.Bu güzel insanlar sayesinde...Tesadüf müdür,hayatın o an bize sunduğu bir armağan mıdır bilemem ama son albümleri,kendimi kötü hissettiğim bir dönemde çıkmıştı.Umudumun kaybolduğu,çoğu şeyin ise  faydasız olduğu...Bir yol bulursun'u dinlerken,kulağımdaki ses benimle konuşuyordu,beni dinlemişti,anlamıştı ve sanki benimle dertleşiyor gibiydi.Çok özel birşeydi.Redd'le kurduğum bağ sağlamlaştı.O şarkı elimi tuttu.O an.Böyle insanlar hayatınıza dokunur,size güç verir ve devam etmeniz için tutup kaldırır.Sözleri,müzikleri bir yana acaba biliyorlar mıdır,onları dinleyen insanların hayatlarına böylesi sihirli anlar yaşattıklarını...












3 Ocak 2013 Perşembe

Devrimin Kızı: Frida Kahlo


''Gün ışığını görünceye dek isyanın coşkusuyla dolup,böyle bir ateşin ortasında doğdum ben ve o gün tüm yaşamım boyunca sarıp sarmaladı beni...Çocukken bir kıvılcım gibi çıtırdardım.Büyüyünce tepeden tırnağa alev kesildim.Ben,bir devrimin kızıyım.Buna hiç şüphe yok,bir de atalarımın taptığı ihtiyar ateş tanrısının!''

FRİDA KAHLO
6 Temmuz 1907 yılında Meksika'nın güneyi Coyoacon'da,dünyaya geldiyse de,O Meksika devrimiyle birlikte doğduğunu söyler.(7 Temmuz 1910)

                                                '' Ama kesin olan birşey varsa, o da acının
 bedenime ilk kez o gün girmiş olduğudur''

5-6 yaşlarında geçirdiği çocuk felcinin bir sonucu olarak,bir bacağı özürlü kalan Frida'nın,hayatı  daha sonra gençlik yıllarında geçireceği  kazayla tamamen değişecekti...
Frida,o zamanki aşkı, Alejandro Gomez'le okuldan eve dönerken bindikleri otobüsün kaza yapması sonucu sol kalçasından giren,cinsel organından çıkan demir bir çubuk;derin yaralara yol açmıştı.

"Tuhaf bir çarpışmaydı bu; şiddetli değil, ağır ve yavaştı, herkesi sarstı, beni daha çok sarstı.İnsanın, çarpışmanın farkına vardığı, ağladığı doğru değil. Gözümden tek damla yaş akmadı ve demir çubuk, kılıcın boğayı delmesi gibi beni de deldi geçti."




Frida Kahlo'nun hayatını konu alan 2002 yılı yapımı,''Frida'' filmi de otobüs kazasıyla başlar.Filmde Frida Kahlo'yu Salma Hayek canlandırıyor.Aktrist,rolünün hakkını vererek ,Frida'nın güçlü,feminist,dimdik ayakta duran,hayata karşı umudunu hiç kaybetmeyen bu harika kadını muhteşem bir şekilde canlandırıyor.
Diego Rivera'yı ise;Prince of Persia:Sands of time,Da Vinci Code,Identity gibi birçok filmden hatırlayacağımız Alfred Molina oynuyor.Ayrıca ,Antonio Banderas ve Edward Norton eşlik ediyorlar.

''Yaşam böyle üstüme varmakla gaddarlık ediyor bana .Bu oyunda kağıtları daha iyi dağıtmalıydı.Payıma çok kötü bir el düştü.Bedenimde kara bir tarot var.Yaşam,belleği icat etmekle gaddarlık etmiş...Tıpkı size daha da canlılık verecek,içinizi acıyla zonklatan gizli bir güç gibi.Hiçbir gelecek olmadığının kesinliği karşısında geçmiş büyüyor,kökenleri genişliyor.''

Frida,bu kazadan sonra yatağa bağımlı hale geldi.Hayatı bir süre korselerle bitmek bilmeyen ameliyatlarla ve doktorlar,hastaneler arasında geçti.Bu süre zarfında 32 kez ameliyat edildi.

"Yaşamım boyunca kaç korse kullandım? Kabaca otuz diyebilirim. Onları süsledim; boyalarla, küçük kumaş parçaları yapıştırarak, renkli tüyler, minik ayna parçacıklarıyla süsledim onları."

''Bir defa, seçme şansım yoktu. Ve aslında pek de önem vermeksizin resim yapmaya başladım. Böylece bana eziyet edip, her an beni sorgulayacak, az kalsın kimliğimi elimden alacak olan aynadan görüntüyü çaldım."

Hayatının çoğunu yatak geçirmek zorunda kalmış olsa da,herşeye rağmen  içindeki yaşama arzusunu,umudunu hiçbir zaman kaybetmeyen Frida,resim yapmaya da kazadan sonra başladı ve kısa sürede yetenekli olduğunu çizdiği portrelerle gösterdi.En ilginci ise,kendisini çizdiği otoportreler...Başının üstüne koydurduğu aynaya bakarak kendisini çiziyordu.



                                                   
       Fil ile Güvercin'nin evliliği

Diego Rivera ile tanışması ve tutkulu bir şekilde sürecek olan aşkın başlaması da,Frida Kahlo,kendisinden çalışmalarını değerlendirmesini istemesiyle başlar.1929 yılında da evlenirler.Ancak Diego Rivera,şişman,çirkin bir adam olmasına rağmen birçok kadın etrafında dönüyordu.Çapkın bir adamdı ve Frida ile evlendikten sonra bile sadık bir eş olamadı ve O'nu kız kardeşiyle bile aldattı.1930 yılında Diego Rivera'ya Amerika'dan teklif gelmesi üzerine oraya yerleştiler.

Düğün fotoğraflarından yola çıkarak "Frieda ve Diego Rivera" (1931) adlı tablosunu yaptı. San Fransisco Kadın Ressamlar Topluluğu yıllık sergisinde sergilenen bu eser, onun bir sergide yer alan ilk tablosu oldu.

Sık sık sağlığı bozulan Frida, dayanılmaz acılarla başa çıkmak için bütün gücüyle resim yapmış, yalnız ülkesinde değil, Amerika ve Fransa’da sergiler açmıştır. 1938’de New York’ta açtığı sergi ona büyük ün getirdi, 1939’daki Paris sergisi ile övgüler topladı.
1943’de La Esmeralda adlı yeni bir sanat okulunda öğretim üyeliğine başlayan Frida, sağlık durumu kötüleşmesine rağmen ders vermeyi on yıl boyunca sürdürdü. Sağlık koşulları nedeniyle Mexico City'e gidemediğinden, derslerini evinde veriyordu. Öğrencilerine "Los Fridos" (Frida öğrencileri) denildi.
1948'de yeniden Meksika Komünist Partisi'ne katılmak için başvurdu ve başvurusu kabul edildi.

1950'de omurgasındaki sorunlar nedeniyle hastaneye kaldırıldı ve 9 ay hastanede kaldı. 1953 yılı Nisan ayında Mexico City’de bir kişisel sergi açtı;hasta olmasına rağmen ülkesinde açtığı sergiyi kaçırmak istemiyordu.Temmuz ayında sağ bacağı kesildi.Frida Kahlo, 13 Temmuz 1954’te, akciğer embolisi teşhisiyle son nefesini verdiğinde; arkasında bıraktığı son tablosu; Yaşasın Yaşam isimli bir natürmorttu.
İnişli çıkışlı bir ilişkileri  olmasına rağmen Frida ve Diego, Frida’nın ölümünden önce yine bir araya gelmişti.
"Bu bir aşk beraberliği idi. Bize uygun, taşkın bir akarsu gibi delişmen, Nikaragua şelalesi ya da Iguazu çavlanları gibi coşkulu, denizlerin dibi gibi derin ve gizemli, Odysseus'un akdenizi gibi fırtınalı, Patzcuaro gölleri gibi uysal ve Aztek chinampaları (yüzen bahçe) gibi verimli, çöller gibi yorucu ve altın gibi pırıltılı, yırtıcı hayvanlar gibi ürkünç, yaşayan evren gibi rengarenk."

           "Çıkış yolunun güzel olacağını ve asla geri dönmeyeceğimi umarım."
                    
Bana göre,Frida Kahlo,kendisinin de dediği gibi sürrealist değil aksine gerçekçi bir ressamdı.Belkide içmizdekileri,Frida gibi gösteremediğimiz için gerçeküstü olarak algılıyoruz.Aslında bu algılamamız da bizler açısından doğru;çünkü düşünmeyiz duygularımızın,iç dünyamızın maddeye dönüşünce nasıl olacağını...İçimizdeki duygu yoğunluğunu,karmaşasını,düzenini dökebilsek tuvale,kim bilir ne harikalar çıkardı.
Çoğu kendi portresi olmak üzere hepsinde kendi çektiği acılar üzerinde durmuştur.Frida,kendimden daha iyi kimseyi tanımıyorum diyordu.İşte, belki de bu yüzden kendisini ,hissettiği duyguları tam anlamıyla tuvallerine yansıtabildiği için olağanüstüydüler.Ve ,O sadece bunun için değil,Meksika tarihini ve kısa süreli Amerika'da da olsa oradaki kültür öğelerine yani yaşadığı döneme de sırtını dönemediği için harika sanatçıdır.